top of page
Yazarın fotoğrafıAhmet Güdücüoğlu

SİNEMA   

Sinema, özellikle bizim dönemimizin görsel sanatları tanımasını, sevmesini sağlayan çok önemli bir etkendi, güçtü. Televizyonun daha yaşamımıza girmediği dönemlerde sinema ile Dünya’yı tanıyor, sanatın güzelliğinin farkına varabiliyorduk. Onun verdiklerinle birçoğumuzda sanat sevgisi gelişti. Televizyonların yaşamımızda yer almadığı çocukluk günlerimizde, bizi yaşamla tanıştıran, hayal dünyamızı genişleten görsel bir sihirdi sinema. Bir edebi eserde yakalayamayacağınız, düşünce zenginliğini, hayallerin şekillenmesini, izlediğimiz filimler de bulabiliyorduk. Geçenlerde yapılan sinema günlerinde izlediğimiz filimler bizleri çocukluğumuzun, güzel anılarına götürdü. Ayrıca belgesel niteliği olan bu filmlerde özellikle İstanbul un yemyeşil, betonlaşmamış şirin görüntüleri, eski günlerin ne kadar değerli olduğunu haykırıyordu. Ayni zamanda insan ilişkilerindeki sıcaklığı, arkadaşlığı ve paylaşmanın güzelliğini ders verir nitelikte yorumluyordu. Bizleri sanatın her türlüsünü sevdiren, tanıştıran sinemaydı. Doksanlı yıllara doğru sinemalar yıkılıp, yerlerine iş hanları yapılmaya başlandı. Özellikle yazlık sinemalar hemen hemen hiç kalmadı gibi. Bizim kültürümüzde sinema çok önemlidir. Bizim kuşak bu kültürle yetişti. Sinema salonları insanları bir araya getiren, sosyalleşmesini sağlayan bir buluşma yeriydi. Günümüzde sinemaya baktığımızda, popüler kültürün ön plana çıktığını görüyoruz. Hâsılat yapan, gişe rekorları kıran filmlerimiz çok. Ama başarılarını daha çok reklâmın gücünden aldıklarına tanık oluyoruz. Aralarında yetenekli yönetmenlerin filmleri de çok. Ama genel tabloya baktığımızda sinemanın aydınlatıcı, öğretici özelliğini kaybettiğini görüyorum. Yurt dışında ödül alan yetenekli yönetmenler in filmi gösterime girdiğinde, çok seyirciyle buluşamıyor. Zira medya gerekli desteği onlara göstermiyor.

 Eski sinema kahramanlarının hafızalarımızdaki yeri hala güncelliğini büyük bir sevgiyle koruyor. Bir Kemal Sunal, bir Adile Naşit yaşam biçimimize yön veren canlandırdıkları çeşitli karakterleriyle, kalplerimizi sevgi, saygı ışığıyla sürekli aydınlattılar. Bu iki rahmetli sanatçımızın eserlerini, şu an torunlarımız bile ayni heyecan ve ilgi ile izliyorlar. Gerçek sanatın gücü, yıllar geçse de demek eksilmiyor. O dönemlerin çocuklarıyla yapılan söyleşilerin birinde annesi çalışan bir gencin sürekli izlediği, Adile Naşit’i anneannem gibi görüyorum demesi, sanatçının dağıttığı sevgi taneciklerinin büyüklüğünü gösteriyordu. Aslında denilebilir ki bir toplumu anlamak, yaşam biçimini değerlendirmek için, sinemasına bakmak yeterlidir. Toplumdaki iyi güzel, ilgi çekici, kötü, yanlış, doğru ne varsa, sinemasında da onu görebiliriz. Belki bir fotoğraf kadar gerçek değildir. Bir miktar hayal gücüyle harmanlanmış olsa da gerçeği anlatması yine de güzeldir. Ancak ne olursa olsun, bir toplumun aşkını, acılarını, mutluluğunu, hüznünü, kavgasını sinema perdesine taşır. Sinemada tıpkı bir ayna gibi, bir toplumun bütün yansımalarının beden buluşunu izlersiniz. Kısacası sinema, bir toplumun nefes alışının, yaşayış biçiminin, acılarının, sevgilerinin anlatılmasıdır.

 Günümüzde sinemanın yerini almaya başlayan, hatta sinema filmlerinden bile uzun olan diziler yaşamımızı kapladı. Fakat burada bizim yaşadığımız sinema dünyasının doğruları aktarma görevinin aksine bu tür dizilerin hepsinin ana fikri genelde aynı. İnsanları kötülüğe alıştırmak! Dizide birkaç kahraman var, gerisi komple kötü adam. Ve iyiler aralarında konuşuyorlar, “O kadar güçlü ve karanlık ki, beni yutmasından korkuyorum. Başkahraman ne zaman karşı karşıya gelsek, hep o kazandı” diyor. Yani buradaki ana fikir şu; karanlık ve kötüler öyle güçlü ve yenilmezdiler ki, kahramanlar bile ondan korkar. Yeni dizilerde örneğin biri tüm hayatlarını ve aşklarını yalan üzerine kuran iki genç, diğerinde ise ana teması tümüyle zengin koca bulmak üzerine kurulmuş, kadınların bir şey başarması mümkün değilmiş gibi çaresizliği anlatan hikâyelerden oluşuyor. Böyle uyduruk hayat hikâyelerini izlemekten kendi hayatımızı ıskalıyoruz. Dizileri izlemeyin demiyorum. Ama ne olur, “fark edin”. Şarkılarımızın melodileri gitti önce, sırf tempo kaldı. Sonra o güzelim, o nazenin şarkı sözlerini yok ettiler. Derken filmler bozuldu. Çocukluğumuzun Türk filmlerinde bir kötü karakter olurdu, bir de onun yanında dövüşüp dayak yiyen birkaç gariban figüran. İyilerin mutlaka kazandığı filmlerle büyüdük bizler. Güçlü olmanın iyilikten geldiğine inandık. Sonunda kötülerin bile insafa geldiği filmler işledi çocuk yüreğimize. Bizler, onları kahraman bildik, onları doğru bildik. Tam da o yüzden iyilerden olmayı seçtik. Bugünün dünyasında ise “güç” odakta bulunmaktadır. Güç deyince akla kötülük gelecek filmler yapılıyor. Böyle algı operasyonu yapılan dizileri, filmleri izlemek yerine özümüze dönmeliyiz. Kitap okuyun. Güzel müzikler dinleyin. Bach gibi Âşık Mahsuni gibi. Roman okuyun. Sabahattin Ali okuyun, Hemingway okuyun, Kemal Tahir okuyun ve hatta Agatha Christie okuyun. Onda bile “bir” katil var, o da sonunda illa ki yakalanır. Adile Naşit’li, Münir Özkul’lu, ya da Amir Khan’lı filmler izleyin. Doğada vakit geçirin. Yaprak hışırtısı, kuş sesi, dalga şıpırtısı, hayatın “öz” seslerine dönün.

18 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page