KAZIM KOYUNCU
- Ahmet Güdücüoğlu

- 21 Haz
- 2 dakikada okunur
Kazım Koyuncu’yu 2005’in 25 Haziranında otuz üç yaşındayken yitirdik. Türkçenin büyük ozanı Yunus Emre, herhalde böylesi kaybettiklerimiz için söylemiştir şu dörtlüğü:
“Bu dünyada bir nesneye
Yanar içim göynür özüm
Yiğit iken ölenlere
Gök ekini biçmiş gibi.”
Çernobil faciasından kanatlanan ölüm bulutu Karadenize varıp, Kazımın genç bedenini de sarmış, bu Dünyadan erken ayrılmasına yol açmıştı. Kazım İstanbula adım attığı ilk yıllarda müzik ile dopdolu idi. Arzulu ama tedirgin bir yapıda görünüyordu. Arzuluydu, çünkü müzik tutkusu hayatının anlamıydı, fakat müzik piyasasının çıkara dayalı ilişkileri nedeniyle tedirgindi. Kolektif dünya görüşü, arkadaşlar bulmaya, onlarla ortak iş yapmaya yöneltti onu. Zuğaşi Berepe Grubu’nu bu duygularla kurdu ve sokağa, insanların omuz omuza yaşadığı caddelere çıkıp oralardan yürümeye koyuldu. Kazım, İstanbulda bir süre tutunamayanlardan biri olarak yaşadı. Muhalif duruşu, eleştirel bakışı nedeniyle yalnız kaldığı zamanlar oldu. Temel çıkış noktası, sanat alanındaki egemen dolaşıma, iktidar ilişkilerine karşı olabilmekti. Eleştirel bilginin dönüştürücü bir ahlakla buluşturulmasını, zenginleştirilmesini savunuyordu.1996 yılının bir bahar akşamıydı. İstanbulda bir konser salonunda sahne adı “Zuğaşi Berepe” olan rock grubu, ardı ardına Kafkas dillerinden şarkılar, türküler söylüyordu. Zuğaşi Berepe, yani “Denizin Çocukları” demişlerdi kendilerine. Atalarından, ninelerinden, dedelerinden dinledikleri ağıtları, ninnileri sıralıyorlardı konserde seyircilerine . Seyirci de bir yandan tempo tutuyor, bir yandan da kimi türkü ve şarkıya eşlik ediyordu. Koyuncu, çocuk yaşlarda müziğe sevdalanmış, fındık bahçeleri arasında dolaşırken de eğitimini sürdürürken de türkülerle, şarkılarla haşır neşir olmuştu. Önce gitar çalmayı öğrenmiş; bebekliğinden itibaren kulağına çalınan, dedesinin,ninesinin, anasının türkülerini, ninnilerini, ağıtlarını kendince yorumlayıp durmuştu. Sonraki yıllarda, Tiflisten Trabzona kadar Karadenizi boydan boya dolaşacak; köylerden, köylülerden dinlediklerini kaydedecek, adeta bir müzik araştırmacısı gibi bölgenin ses dokusuna derininden dalacaktı. Farklı dillerle, farklı kültürlerle harmanlanmış bir toprağın, özellikle Doğu Karadenizin değişken ikliminin, fırtınasının, yağmurunun, hırçın dalgasının izlerini sürecekti. Birbirinden tempolu, akıcı ve çeşitlenmiş dilleri, ağızları, şive ya da lehçeleri müzik dağarcığına aktaracaktı.
Bu nokta Kazımda rock tarzıyla kendini belli eder. Böylece o, üniversal bir değer yaratmış olmaktadır. İlk solo albümü “Viya”, onun ses ve tavır olarak müziğinin ne olduğunu belirler. “Hayde” albümündeki her parça, artık dilden dile dolaşıma girmiş oldu. Geniş kitlelere ulaşmadan hemen önce sokaklardaydı Kazım, sokağın bir köşesinde gitarıyla müziğini seslendiriyor, anonim Karadeniz ezgileriyle çevresine toplananlara resitaller veriyordu.
Bu durum bir filmde görülmesiyle iyiden iyiye kitlesellik kazanmasına yol açtı.
Aktivistti Kazım Koyuncu; hayatın akışına müdahale edenlerle birlikte tavır alıyordu. Adil ve yaşanabilir bir ülke ideali doğrultusunda, söz gelimi Karadeniz sahil yolunun eko sisteme yapacağı tahribata karşı yapılan etkinliklerde bulundu. Bu ve benzeri eylemlerle ilerici yanını müziğiyle birlikte
gerçekleştiriyordu. Cenazesi İstanbuldan Hopaya akan insan seliyle yolcu edildi. Sular “Dido”yu,“Hayde”yi fısıldıyordu kıyıya. İlerde bir balıkçı teknesi düdüğünü hüzünle öttürürken, yamaçlardan yükselen yeşil bitki örtüsü Çernobilden ağarak üzerine sinmiş olan ölüm tozlarından kurtulmak için silkindi. Kazım Koyuncu ülkenin ortak bir değeridir artık. Nitekim her yıl ölüm tarihinde onunla ilgili anmalar düzenlendi, düzenleniyor.
“Her ölüm erken ölümdür.” diyordu ya Cemal Süreya, Kazımın ölümü en erken ölüm olup, hatıralarımızın sisini dağıtarak, dostluğun ve arkadaşlığın bireyselliğini toplumsal kılıyor. Kazım Koyuncu hala bizlere, bir şeyler yapmanın gerekliliğini hatırlatıyor.


