Hayvanların da tıpkı insanlar gibi, doğal ortamlarında yaşama, sevgi, saygı ve anlayış görme hakları olduğu bir gerçektir. Bu Dünya sadece biz insanlara ait değil. Bu konuda en az, beslenmek için öldürdüğü hayvandan bunu yapmak zorunda olduğu için, özür dileyen Kızılderililer kadar duyarlı olabilmeliyiz. Modern insanın evcil hayvanla ilişkisi tepeden tırnağa sorunlu bir durumdadır. Bir kere dört duvar arasında yaşamak üzere tasarlanmış olduğunu varsaydıkları hayvanlar, o apartman dairelerinde oldukça mutsuz bir yaşam sürmekteler. Çünkü doğal ortamlarında değiller. Bu zavallı hayvanları hava almak için dışarı çıkarıldıklarında gözlemleyerek bunu anlayabilirsiniz. Nasıl başıboş bir şekilde sağa sola hamle ettiklerini, nasıl tekrar içeri girmek konusunda isteksiz olduklarını bir gözünüzün önüne getirin. İnsanın hayvanlarla olan ilişkisi hâlâ çözülememiş muammalarla dolu. Hayvan imgesi, kültürel ve antropolojik açılardan insanın korku ve ilham kaynağıdır. İnsan, binlerce yılları bulan Dünya macerasında hayvandan korktuğu kadar ona hayran da olmuş, onu taklit etmiş, ona benzemeye çalışmış; bazı karışık karanlık duygularla hayvanı esir almaya çalışmıştır. İnsanın çılgınlık boyutuna varan, doğaya egemen olma arzusunun öncelikli kurbanı hayvanlardır.
Yazar Hagop Mıntzuri, “İstanbul Anıları“ kitabında, 1900 yılında, sokak köpeklerini de anlatmış. Dükkânlardan, evlerden ekmek, kemik, yemek artığı verilir, yaşlı hanımlar fırınlardan beş on ekmek alıp büyük parçalar halinde çarşının ya da sokağın bütün köpeklerine dağıtırlardı. Bu sevap sayılıyordu. Eğer bir köpek hastalanır, kazaya uğrar veya yavrularsa, süt, yemek, yoğurt kaymağı getirirlerdi ki, hasta, kazazede ya da yavruları olan köpekler yesin. Bir kimse bir nedenle bir köpeğe vurursa, köpekler korunacaklarını biliyormuş gibi, ağlamaya adeta hıçkırmaya başlarlardı.
Oradan geçenler de çevredeki halkla beraber olur, adamı ayıplarlar, hatta döverlerdi. Nereden nereye gelmişiz! Oldukça üzücü.
Dünya’da olduğu gibi Türkiye’de de nesli tehlike altında olan 179 tür bulunuyor. Bu türlerin arasında deniz kaplumbağası, yunus, boz ayı gibi türler yer alıyor. Yaşadığımız yerler biz insanlara yetmedi. Gidip hayvanların yaşam alanlarını ellerinden aldık, yaşadıkları ormanlara girdik, binalarla, asfalt yollarla ortamlarını talan ettik. Onlara nefes alacak bir parça alan bırakmadık. Sözüm ona, doğum günü hediyesi olsun, ya da üç beş haftalık tatil zamanlarında, çocuklarınızı oyalasınlar diye kedi ve köpekler aldınız. Sonra canınız sıkıldı diye, tatiliniz bitti diye, bakımı zor diye, hiç "bu zavallılar ne yerler, ne içerler?" diye düşünmeden, yollara atıp çekip gittiniz. Nasıl çiçeği toprağında sevmeyi öğrenmediysek, alıp saksılara, vazolara tıktıysak, hayvanları da doğanın içinde sevmeyi bilmedik. Artık mülkiyet hırsımızdan mıdır, yoksa hükmetmeyi çok sevdiğimizden midir bilinmez, onları da kafeslerin içine doldurduk. Eğlenesiniz, gülesiniz, fotoğraflar çekip orada burada paylaşanız diye hayvanat bahçeleri kurduk. Çoluk çocuk o hayvanat bahçelerinde, tutsak edilmiş mutsuz hayvanlara bakıp mutlu olduk. Petshopların camekânlarından, yalvaran gözlerle size bakan hayvanları görmezden geldik. Görseniz bile, biraz sevip yolumuza devam ettik. Onlara bir sürü acımasızlık yaptık. Tekme tokat sokağımızdan kovaladık, arabaların arkasına bağlayıp sürükleyen yine bizlerdik. Aç susuz bırakan, döven, söven, işkence yapan yine bizler. Ezilmişliğimizin, horlanmışlığımızın, insan yerine konmamış lığımızın, acısını onlara saldırarak çıkardık. Aç bırakılan, işkence gören, her türlü eziyete maruz kalan hayvanları, bir sürü para verip sirklerde alkışlayan yine bizleriz. Yürümeye bile mecali kalmayan atların, altlarında ezildikleri faytonlara binip etrafa gülücükler saçarak gezen yine bizleriz. Deneylerde kullandık, etini, sütünü, yumurtası, postunu aldık, değerlendirdik. Her sokakta açlık içinde kıvranan kediler ve köpekler var.
İstanbul’daki bazı camiler, medreseler ve köprülerde rastladığımız, her biri birer sanat eseri niteliğinde olan, aynı zamanda kültürümüzün doğal yaşamla ilişkisini yansıtan kuş köşklerinden bahsetmek gerekir. Ve buralarda Atalarımızın hayvanlara verdiği önemi görürüz. Başımızı kaldırıp şehrin sevimli sakinlerinin güzel yuvalarına bir bakalım. İstanbul’da kent yaşamına kanat sesleriyle ve şarkılarıyla renk getiren kuşları birçok mimar, yapılarında yalnız motif olarak kullanmadı, onlar için yaşam alanları da yarattı. Güvercin, kumru, serçe ve leyleklerin kültür ve inanışta özel bir yeri olduğundan “kuş köşkleri” adı verilen bu ufak yapılar Osmanlı mimarisinin imzalarından biri haline geldi. Şehrin bilinen en eski ve orijinal kuş köşkleri 1504’te inşa edilen Vali Paşa Camisi’nde bulunuyor. Mimar Sinan’ın Süleymaniye’si ve Büyükçekmece Köprüsü’nde; Eyüp Sultan Camisi’nin mihrap duvarlarında, cami avlusunun giriş kapısında, yine Eyüp’teki Mihrişah Sultan İmareti’nin kubbe saçaklarında, Feyzullah Efendi Medresesi’nin caddeye bakan cephesinde, Fatih Camisi’nin mihrap cephesinde, Saraçhane’deki Gazanfer Ağa Medresesi ve daha pek çok tarihi yapıda çatılı, cumbalı ve süslü kuş köşklerini görmek mümkün.
Maksem’i, Laleli’deki Sultan III. Mustafa ile III. Selim türbelerini, Beyazıt’taki Hasan Paşa Medresesi’ni, Darphane-i Amire’yi, Selimiye Kışla Camisi’ni, Valide Camisi ve Haydarpaşa İskelesi’ni de unutmamak gerek. Üsküdar Ayazma Camisi’nin kuş köşklerinin sergilendiği bir tür açık hava müzesi olarak gezilebileceğini de hatırlatalım. İncelikler bir şehrin değerine değer katıyor. Kuşların kutsallığı ve sembol değeri bir yana, kültürümüzün bu zarif parçası, bir arada yaşama temasının sadece insanlar için geçerli olmadığını, doğal yaşam ve şehrin iç içe geçebileceğini hatırlatıyor.
Unutmayalım ki Dünya sadece bize ait değil. Beraber yaşamı paylaştığımız hayvanların da yaşamına saygı gösterelim.
Comments