top of page
Yazarın fotoğrafıAhmet Güdücüoğlu

ESKİDEN

İnsan yaşlandıkça çocukluk dönemine ait geçmişini daha çok arar ve sorgular olur. Öyle ki o günleri, kaybettiğimiz ve kıymetini bilemediğimiz değeri ölçülemez bir hazineye benzetebiliriz. O dönemlerde insan ilişkileri şimdiki gibi yozlaşmamış, kirlenmemiş ve yalnızlaşmamıştı. Benim çocukluğumda annelerimiz genelde çalışmazdı. Okuldan eve geldiğimde beni hep O karşılardı. Aile fertlerinin hiç birinde anahtar bulunmazdı. Annem evimizin bir parçası gibiydi ve O hep evdeydi. En büyük eğlencemiz sokaklarda oynamaktı. Sokakta oynamak, yaşamımızın en büyük eğlencesiydi. Okula arkadaşlarımızla gider, birlikte çıkar, oynaya, zıplaya yürüyerek gelirdik. Şimdiki gibi servis falan yoktu. Ayakkabılarımız eskirdi ve alabildiğince yürürdük. Hatta öyle olurdu ki; çantalarımızı kaldırımlara koyar oyuna bile dalardık. Annelerimiz genelde bu durumu bildiklerinden endişe etmez hatta kardeşlerimizle bizlere ekmek arası bir şeyler hazırlar gönderirdi. Mahallemizdeki teyzeler annemiz gibiydi ve ayni sevgi ile bizleri sararlardı.  Susayınca çekinmeden evlerine girer rahatlıkla su içerdik. Ya da pencereden bir sürahi, bir bardak uzatır, hepimiz aynı bardaktan kana kana içerdik. Bu arada bir ihtiyacı için evine giden arkadaşımız elinde mutlaka yiyecekle dönerdi. Anneleri o arada çocuğuna verdiği şeyden bizlere de gönderirdi. Bu bazen bir kurabiye bazen bir meyve olurdu. Cebimizde harçlığımız olduğunda ise düşmesin diye çıkarır çantamızın üstüne koyar oyun bitince geri alırdık. Birisinin parayı alabileceği aklımızın ucundan bile geçmezdi. Sokaklarımız evimiz kadar güvenli ve rahat idi. Düşünce mutlaka bir kaldıran bulunurdu. Oyun sırasında bir arkadaşımızla kavga edince diğer arkadaşlarımız tarafından barıştırılırdık. Daha sonra yine oyuna dalardık. Birbirimizin suyundan içer, elmasına diş atardık. Misket oynamaktan parmaklarımız kanar yine de mikrop kapmazdık. Düştüğümüzde ise ekmek çiğner basarlardı alnımıza, oyuna kaldığımız yerden devam ederdik.

 İstanbul’la Ankara arasında alo diyebilmek için santrala yazdırıp altı saat beklediğimiz, cep telefonunun sadece Kaptan Kirk tarafından kullanıldığını bildiğimiz zamanlardı hep özlemlerimiz. Sokaklarda ayı oynatıldığı, ekonomisi güçlü olanların Murat 124’e bindiği, Anadol otomobilinin inekler tarafından yenildiğine inanılan, salça sürülmüş ekmek dilimi dönemlerimiz. Mutfak zeminlerinin muşamba kaplandığı, tencere kalaylattığımız, arap sabunu kokulu zamanlarımızı hiçbir zaman unutmuyoruz. Turist Ömer’in güzel selamını selamladığımız, Vahi Öz’e güldüğümüz, zavallı Ayşecik’in zengin babasından habersiz, kötü kalpli üvey anne yanında çileler çektiği, n’ayır n’olamazlı yıllarımız. Cem Karaca’nın İzmir Fuarını zangır zangır salladığı, Özay Gönlüm’ün yaren’ini tıngırdattığı, yerli Elvis Erol Büyükburç’la kalipso kralı Metin Ersoy’un gazinoları inim inim inlettiği güzel zamanlar. Cemal Kamacı’nın kroşe patlattığı, Metin Oktay’ın ağları deldiği, muavinli dolmuşçuların Orhancı-Ferdici diye birbirini solladığı arabeskli sabahlar. Barış Manço’nun lambaya püf dediği elektrik kesintili akşamlarında, mum ışığının gölgesinde parmaklarımızı eğip bükerek duvarda tavşan yaptığımız, yün fanilaları soba askısında kuruttuğumuz, Killing okuduğumuz günlerimiz.  Radyoda arkası yarınlara kulak kesildiğimiz, ki, uyarlayan Çetin Köroğlu, efekt Ertuğrul İmer’dir. Martin Luther King yaşarken, Sadun Boro’nun Kısmet’iyle Dünya turuna çıkmasına heyecanlanıp, Avanak Avni’yle tanıştığımız, Zübük’ün kaleme alındığı yıllarımız. Halikarnas Balıkçısı’nın Bodrumlu süngerci zannedildiği, şehirlerarası otobüslerde sigara içildiği, damalı taksiler çağındaki anılarımız. Turnike atmayı Beyaz Gölge’den öğrendiğimiz, Doktor Richard Kimble babamızın oğluymuş gibi hissettiğimiz, kötü Falconetti’ye küfürler ettiğimiz, Komiser Colombo’yu çok sevdiğimiz yıllarımız. Saat kurup, sabahın kör karanlığında kalkarak, uykulu gözlerle Muhammed Ali’nin maçını seyrettiğimiz, onunla birlikte kelebek gibi uçup arı gibi soktuğumuz günlerimiz. İstanbul’da basılan gazetelerin ertesi gün ulaşabildiği, sadece TRT’nin var olduğu, haberleri Jülide Gülizar’ın, Zafer Cilasun’un okuduğu güzel günlerimiz. Çamaşır makineleri merdaneliydi. Ve dönüp bakıyoruz geriye. Wi-fi’larımız, iPad’lerimiz, akıllı telefonlarımız, çanak antenlerimiz yoktu ama daha mutluyduk galiba.

 Ben bizim çocukluğumuzu çok özledim. Şimdi sokaklarımız kalabalık yalnızlıklarla dolu. Komşumuzun çoğunu tanımıyoruz. Apartmanımızın çoğunda kim oturur hiç bilmeyiz. Eskiden gazoz kapağı biriktirir, dört ortalı harita metot defterlerimizi kırmızı mavi pelür kâğıtlarla kaplardık. Demirbank iyi günler diler, televizyonda Uzay Yolu, Kaçak, Tatlı Cadı oynardı. Mandolin kurslarına gidilir, bahçelerde pikaplar çalınırdı. Orlon hırkalar ve jarse elbiseler giyilir, her yaş gününde fotoğrafçıda aile fotoğrafı çektirilirdi. Hatıra defterlerine "Kalbin kadar temiz defterinden..." diye sevgi dolu duygularla başlanırdı. Sokakta yoğurtçular gezerdi. Evimizi annemiz ve kız kardeşlerimiz yani kendimiz temizlerdik. Ellerinde bezler güle oynaya işleri bitirirlerdi. Şimdi ise evlerimiz var ama içinde coşkuyla, sevinçle dolan bir yaşam çok az gibi. Parklarımız çok var fakat yine içinde coşkuyla, özgürce oynayan çocuk sayısı az. Zira kurslardan, derslerden kendilerine ayıracak zamanları hemen hemen yok gibi. Tahta iskemlelerimizde oturan yaşlılarımız, onlara dede, nene diye hatırını soran çocuklarımız yok oldu. Reklamlarla desteklenen kişiliği ile birbirimize yabancı ve yalnız kalmış insanlar olduk. Büyük karmaşalarımız ve kalabalık yalnızlıklarımızla yaşar olduk. Yüksek binalar, ışıl ışıl vitrinler, ışıl ışıl alış veriş merkezlerimiz çoğaldı. Fakat gerçekte içimizdeki pırıltıların sönmüş olduğu, sevgisiz yaşamımızla eski günlerimizi aramamak mümkün değil.

 

 

17 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page