YEŞİL DÖNÜŞÜME KATKI
- Vicdan ALADAĞ

- 17 Eyl
- 4 dakikada okunur
Avrupa Birliği (AB) Delegasyonu Mali İşbirliği Başkanı ,Türkiye’nin 2053 yılına kadar net sıfır emisyon hedefine ulaşabileceğini belirterek, AB’nin “Yeşil Dönüşüm” çerçevesinde Türkiye’ye yönelik yatırım planlarının sürdürüleceğini söyledi.
İstanbul’da Yeşil Kalkınma Vakfı (YEKAV) tarafından düzenlenen Sürdürülebilir Ulaşım Zirvesinde konuşan Avrupa Birliği Mali İşbirliği Başkanı, Türkiye’nin AB için stratejik bir ortak olduğunu vurguladı. AB yetkilisi, IPA fonları üzerinden uzun yıllardır süren işbirliğinin demiryolu modernizasyonundan emisyon ticaretine kadar geniş bir alana yayıldığını hatırlattı.
Kamu kaynaklarının tek başına dönüşüm hedeflerini gerçekleştirmeye yetmediğini, bu nedenle özel sektör yatırımlarının sürece dahil edilmesi gerektiği dile getirildi. “Buradaki varlığımız, özel sektöre güven vermenin ve onları Türkiye’ye yatırım yapmaya teşvik etmenin bir yolu” ifadeleri kullanıldı.
AB’nin Yeşil Mutabakat kapsamında Türkiye’de öne çıkan başlıca alanlar arasında çevreci toplu taşıma sistemleri, elektrikli araç şarj altyapısı ve yenilenebilir enerji projeleri bulunuyor. Özellikle sınırda karbon düzenlemesi nedeniyle Türkiye’nin düşük karbonlu üretim ve ulaşım yatırımlarını artırmasının ihracat pazarları açısından kritik olduğuna dikkat çekildi.
“Türkiye’nin net sıfır hedefini yakalayacağına inanıldığı ifade edilen” toplantıda AB ile Türkiye arasında yatırım iştahının her zaman var olduğunu ve işbirliğinin hem ekonomik hem de çevresel sürdürülebilirlik açısından stratejik önem taşıdığı kaydedildi.
Türkiye’de Temmuz sıcakları elektrik tüketiminde rekor getirdi
Türkiye, son 55 yılın en sıcak Temmuz ayını yaşarken artan klima kullanımı elektrik tüketiminde tüm zamanların rekorunu getirdi. Uluslararası enerji düşünce kuruluşlarının analizlerine göre 28 Temmuz’da saatlik elektrik talebi 59 GWh’e (GW=Gigawatt)(1 GWh=1 milyar watt saat)ulaştı. Bu rekor tüketimin yüzde 18’inin yalnızca soğutma ihtiyacından kaynaklandığı belirtildi.
Rapor, sıcaklıklardaki her 1 derecelik artışın 0,77 GW ek elektrik üretim kapasitesi ihtiyacı doğurduğunu ortaya koyuyor. Örneğin, sıcaklığın 22 dereceden 23 dereceye yükselmesi, talebi karşılamak için Atatürk Barajı’nın kapasitesine denk en az üç yeni santral gerektiriyor.
Rapora göre, Türkiye’de yaz aylarında öğle ve öğleden sonraki saatlerde (12.00-18.00) elektrik tüketiminde soğutmanın payı yüzde 10’un üzerinde seyrediyor. Bu oran, soğutmanın artık “lüks tüketim” değil, elektrik şebekesi üzerinde belirleyici bir unsur haline geldiğini gösteriyor. Kısa süreli talep sıçramaları ise özellikle trafo merkezleri ve iletim hatlarında arıza ve kesinti riskini artırıyor.
Çözüm: Güneş enerjisi
Uluslararası Düşünce Kuruluşları artan talebin şebekeye yük bindirmemesi için en etkili çözümün güneş enerjisi olduğunu vurguluyor. Güneş santrallerinin en yüksek üretim yaptığı saatlerin, günün en sıcak saatleriyle çakışması bu alanda doğal bir denge sağlıyor. 2024 yazında güneş enerjisi, soğutma ihtiyacının en yoğun olduğu saatlerde elektrik talebinin yüzde 20’sinden fazlasını karşılamış durumda.
Türkiye’de alan soğutmasına bağlı elektrik tüketimi yalnızca bir yılda % 19 artarak 10 TWh’e (TWh=Terawatt saat)(1 TWh=1 trilyon watt saat) yükseldi. Bu miktar, yaklaşık 4 milyon elektrikli otomobilin bir yıllık şarj ihtiyacına eşdeğer. Mevcut eğilim devam ederse, soğutma kaynaklı elektrik talebinin 2030’a kadar 2 katına, 2035’te ise 3,5 katına çıkacağı öngörülüyor.
Türkiye’de elektrik talebinin zirve yaptığı saatlerde tüketim son 10 yılda 1,5 kat arttı. 2008’e kadar kış aylarında görülen zirve talep, 2008 sonrası iklim değişikliğine bağlı sıcaklıklarla yaz aylarına kaydı. 2025 itibarıyla yaz ve kış arasındaki zirve tüketim farkı, 2008’e göre 12 kat artmış durumda.
Uluslararası düşünce kuruluşlarına göre artan soğutma talebine karşı kapsamlı bir klima envanteri çıkarılması, enerji verimliliği politikalarının güçlendirilmesi ve şebeke esnekliğini artıracak çözümlerin hayata geçirilmesi gerekmektedir. Türkiye’nin güneş enerjisinden yararlanarak hem artan talebi karşılayabilecek hem de şebeke üzerindeki baskıyı azaltabilecektir.
Yenilenebilir kaynaklarla savunma sanayi mümkün mü?
Biyokütle kaynaklarının savunma teknolojilerinde yenilenebilir, çevre dostu ve güvenilir bir alternatif olabilecektir.
Petrol rafinerisi, insanlığın geliştirdiği en önemli teknolojilerden biri. Yer altındaki ham petrol, farklı kimyasal moleküllerin karmaşık bir karışımını barındırıyor. Rafineri süreçleri sayesinde bu kaotik karışım işlevsel yapı taşlarına ayrıştırılıyor ve farklı uygulamalar için kullanıma sunuluyor. Savunma durumlarında ülkelerin gerek duyduğu enerji istihdamı bu sayede sağlanıyor. Savunma amaçlı çalışan sanayilerde petrorafine sonucu elde edilen yakıtlar enerji sağlıyor. Ancak, savunma sanayisi için gelişmiş organik malzemeler de gerekiyor ve petrorafine projesi ve birkaç kimyasal dönüşüm sonrası ortaya çıkan ürünler savunma sanayisinin temelini oluşturan gelişmiş malzemeler için kritik hammadde haline geliyor.
Karbon fiber takviyeli polimerler (CFRP) gibi modern kompozitler, hafiflik ve dayanıklılığı bir arada sunarak uçak ve insansız hava araçlarında devrim yarattı. Bu malzemelerin üretiminde kullanılan polimerlerin çoğu ise doğrudan petrol türevlerine dayanıyor. Dolayısıyla savunma ve havacılık sektörlerinin yenilik kapasitesi, büyük ölçüde petrolün ve rafineri teknolojilerinin erişilebilirliğine bağlı.
Ancak fosil yakıtlara olan bu bağımlılığın hem jeopolitik hem de çevresel sonuçları var. Petrolün belirli bölgelerde yoğunlaşması, tedarik zincirinde kırılganlık yaratıyor ve küresel güç dengelerini etkiliyor. İşte tam da bu noktada biyokütle öne çıkıyor.
Biyokütle ve saklı karbon enerjisi
Bitkiler ve tarımsal atıklar gibi biyokütle kaynakları, petrol gibi sınırlı bölgelerde değil dünyanın her yerine dağılmış durumda. Ancak, çoğu zaman bunun gibi değerli karbon içeren sistemler görmezden geliniyor. Son zamanlarda ivme kazanan biyorafineri yaklaşımı ile bu tarz ürünler ham madde olarak kullanılarak çeşitli platform kimyasal üretimine kaynak sağlıyor. Lignoselüloz gibi bileşenleri ayrıştırılarak polimer, reçine ve elyaf üretiminde kullanılabiliyor. Bugün biyobazlı epoksi reçineler İHA ve uçak yapılarında test edilirken; keten ve kenevir gibi doğal lifler de takviye malzemesi olarak değerlendiriliyor.
Tıpkı atık yağlardan sürdürülebilir uçuş yakıtı üretilmesi gibi, biyoyakıtların ötesinde, biyokütle tabanlı polimerler ve kompozitler savunma teknolojilerinin ihtiyaç duyduğu hafiflik, ısıya dayanıklılık ve mekanik mukavemeti sağlayabilir hale geliyor. Biyorefineri teknolojilerindeki ilerlemeler sayesinde, biyokütle molekülleri artık petro-kimya ürünleriyle yarışacak özelliklere sahip hale getirilebiliyor.
Stratejik fırsat
Türkiye, Tayland ve Hollanda gibi güçlü tarım ve orman kaynaklarına sahip ülkeler, biyokütleyi stratejik bir avantaja dönüştürebilir. Bu dönüşüm hem petrol bağımlılığını azaltacak hem de savunma sanayisinin tedarik zincirinde güvenlik sağlayacak. Aynı zamanda çevresel etkileri azaltarak sektörün sürdürülebilirlik hedefleriyle uyumlu hale gelmesini mümkün kılacak.
Savunma teknolojilerinin petrol rafinerisine bağımlılığı, alternatif çözümlere yönelmenin aciliyetini ortaya koyuyor. Biyokütle, yenilenebilir ve coğrafi olarak yaygın yapısıyla bu boşluğu doldurmaya aday en güçlü seçeneklerden biri. Biyorefineri inovasyonuna yatırım yapmak ve savunma sektörü ile işbirliğini güçlendirmek, ülkeler için daha dirençli ve sürdürülebilir bir gelecek sağlayabilir.



Yorumlar