Geçen haftalarda yıllar önce ölen yaşlı kadının kemikleri yeni bulunmuş. Evinde öylece ölmüş. Ne bir arayan ne de soran olmuş. İzmir'de yaklaşık 3 yıldır kendisinden haber alınamayan 87 yaşındaki emekli hemşirenin yalnız yaşadığı evinde kemikleri bulundu. Pandemi sırasında irtibatlarının koptuğu anlaşılan üvey oğlunun başvurusu ile öldüğü ortaya çıktı.Yaşamı hep sürecek gibi düşünenler ,etrafına kibir ile yaklaşanlar , herkesi ezip geçip zamanı hesaba katmayanlar, müşterek paydalar oluşturma gayreti göstermeyenler ders çıkarmalı!Bunun dışında, kendisi için büyük emekler verenleri unutanlar, vefasızlığı elden bırakmayıp bencilliğe kapılanlar da bir gün aynı kaderi kendilerinin de yaşayabileceğini hesaba katmalılar.Duygusal ve düşünsel kayıtsızlık bizi makinalaştırmasın. Ölüm var. Hem de hepimiz için. Toplumumuz “Fikirtepe Sendromu” altında. Toplu konutlaşırken toplu yalnızlaşıyor, birbirimizi tecrit ediyoruz.Bu yozlaşmanın ve tek tipleşmenin önüne geçmeliyiz.Kültürde, sanatta, bilimde, sosyal yaşamda, emek hareketlerinde, her şeyde ve her yerde mimarinin doğrudan etkisi var.Kentleri, kasabaları ve köyleri nasıl inşa ederseniz sosyo-kültürel yapıyı da o şekilde kurgulamış olursunuz.Türkiye, mimari açıdan bir tecrit altında.
"Şehri îmar ederken nesli ihyâ etmeyi ihmal ederseniz, ihmal ettiğiniz nesil îmar ettiğiniz şehri tahrip eder." demişti Turgut Cansever.
Ne şehir doğru düzgün imar edildi, ne de halkın kentleşmesine müsaade edildi. 12 Eylül darbesinin en büyük kötülüklerinden biri de bu oldu.İmar rantının tetiklediği mimari yozlaşma, tüm kentleri tek tip giydirilip kişiliksizleştirilmeye, kimliksizleştirilmeye dönüştürdü.
Esenyurt ile Türkiye’nin herhangi bir ilçesi arasında pek fark kalmadı. Aynı binalar, aynı cirkin yapılar.Mimari yozlaşma ve canavarlaşmış imar rantı politikaları sadece deprem tehditi altındaki kentleri dışarıdan tehdit etmiyor.Aynı zamanda duygusal, düşünsel ve kültürel fay hatları da yaratıyor.Kültürel bir yıkım içindeyiz.Selamsız sabahsız insanlardan oluşan yapı mutsuz bir toplum oluşturuyor.Halk birbirinden ne kadar kopuk olursa, değerlerinden ne kadar uzak bırakılırsa, yardımlaşmaya ve beraberinde gelen güzelliklere ulaşması o kadar zorlaşır.
Birbirimize ihtiyacımız var.“Komşusu açken tok yatan bizden değildir!” demiş eskiler.
Gergin bir boğa güreşi sırasında, Matador Álvaro Mánero düşünülmeyeni yaptı. Kalabalık tezahürat yapıp bir sonraki dramatik hamleyi beklerken, o aniden boğadan geri adım attı, arenanın kenarına doğru yürüdü ve oturdu. Kükreyen seyirci inançsızlığına suskun kaldı.
Álvaro, bir röportajda, hayatını değiştiren bu anı paylaştı ve kararını verdi:
"Bir an için boynuzların varlığını unuttum. Tek gördüğüm gözlerini gördüm. Orada öfkeyle değil, çok daha derin bir şeyle durdu - masumiyet. Bana saldırmadı, sadece bana baktı, kelimesizce hayatı için yalvardı. Sonra anladım ki ben burada bir hayvanla savaşmıyorum - benim kadar yaşamak isteyen bir canlıyla savaşıyorum. "
Gözlerinde sadece hayvanların sahip olduğu bir saflık vardı, ve onlarda inkar edilemez bir gerçek gördüm. Aşırı bir suçluluk dalgasına yakalandım - kendimi dünyanın en kalpsiz yaratığı gibi hissettim. Devam edemedim. Kılıcımı düşürdüm, arenadan ayrıldım ve bir daha asla boğalarla dövüşmeyeceğime söz verdim. Bunun yerine, eğlence için başkalarına işkence etme oyunu yapan bir dünya ile savaşırdım.
Álvaro Mánero'nun hikayesi, en beklenmedik yerlerde bile şefkatin dönüştürücü gücü hakkında nadir ve güçlü bir kavrayıştır. Bize, tek bir bağlantı anının bir hayatı değiştirebileceğini ve yeni bir amaca ilham verebileceğini hatırlatıyor.
Comments