Bir insanın unutulmaması, hep anılması için yaşamını büyük fedakârlık, cesaret, özveri ve insan sevgisi ile geçirmesi gerekmektedir. Yaptıklarıyla, insanlığa sunduklarıyla hep anılırlar ve tarihin yapraklarında yerlerini alırlar. Güzellik sunanlar, hep güzellikleriyle anılırlar. İnsanın anılma şeklide teknoloji geliştikçe değişti. Eskiden tarihçiler, önemli olayları, kişileri anlatabilmek için günlerce kalın kitaplar arasıda kaybolurlar, bunları yazmaya çalışırlardı. İnsanoğlu geçmiş yaşamı bu kalın kitaplardan okuyarak öğrenirdi. Ama artık zaman değişti. Günümüzde insanoğlu yaşadığımız yüzyılın tarihini kitaplarla değil, fotoğraflarla yazmaya başladı. Çok büyük bir olayı, iz bırakan kötü veya güzel anları, kişilerin yaptıklarını bir fotoğraf karesi ile hatırlayabiliyoruz. Çok önemli bir yaşanmışlığı, belleklerimize kaydettiğimiz tek bir kare ile ifade edebiliyoruz. Yıllarca süren direnişler, savaşlar, zaferler, kayıplar bir tek anın fotoğrafıyla özetlenebiliyor. O an izlediğimiz bir fotoğraf, sayfalar dolusu bir kitabın anlattığından daha çok şey ifade edebiliyor. Örneğin Vietnam’da napalm bombasıyla yanmış vücudu ile koşan kız çocuğunun görüntüleri, Irak’ta, Suriye’de, Filistin’de çocuklara savaşın açtığı yaraların görüntüleri, Bosna’da savaşın vahşetinin görüntüleri hep hafızalarımıza kazınılmıştır. Fotoğraf sayesinde o anı yaşamış, izlemiş ve belleğimize yer etmişizdir. Geriye dönüp baktığımızda o olayla ilgili hemen hatırlayacağımız hafızamızda canlandıracağımız o fotoğraf karesi olacaktır.
Ayşe Kulin’in 18 Mayıs 2009 tarihinde yitirdiğimiz Türkan Saylan Hoca’mızın yaşamını anlattığı “Tek ve Tek Başına Türkan” adlı kitabını okurken hafızamda Hoca’nın belleğime kazınan o fotoğraf karesi aklıma geldi. Kemoterapiden erimiş, küçülmüş bedeni, saçsız başı ama hala ışıltılı, gülen gözleriyle evinin penceresinden el sallayan cesur bir kadının fotoğrafı. Yaşamına adadığı, cüzamla savaşı, iyileştirilmiş binlerce hastayı, okullara gitmesi sağlanmış binlerce kız öğrenciyi sığdırmış bir sağlıkçının, bir eğitimcinin fotoğrafı. Yaralar, bereler, sargı bezleri ve salgın hastalıklarla geçen bir ömür. Ülkesini ve o Ülkenin çaresiz kardelenlerini çok seven bir kadın. Ömrünün son yıllarında ölüme yaklaştığını bildiği halde hiçbir zaman mücadeleden vazgeçmeyen, yeri doldurulamayan bir insan. İnsanlara her zaman örnek olan bir cesur yürek. Cüzamı bu ülkeden kaldırdı attı, töre cinayetleri altında ezilen kardelenlere hayat verdi, kader kurbanlarına destek oldu. Yetinmedi bir de dernek kurdu. Tüm bunları gerçekleştirirken tek başınaydı. Bir yandan insanların sağlığı için mücadele ederken, koşturduğu köylerde okuyamayan binlerce kız çocuğuna, okuma imkânları yaratabilmek için didindi durdu. Kardelenlerini okuttu ve kurduğu Vakıfla da hala okumaya devam ediyorlar.
"İmkansız" kelimesine meydan okuyan bir kadın. İlk özgür hissedişi, Tıp Fakültesine gitmek için Beyazıt tramvayına binişidir. Hemen bir tıp rozeti alıp iliştiriyor yakasına, ömür boyu da en değerli takım o oldu diyor. Çünkü ilk, ortaokul yıllarında başlamış doktorluğu hayal etmeye, üstelik gayet net bu konuda; köy doktoru olmak istiyor. Daha okurken evleniyor. İlk oğlunu dünyaya getirince ilk büyük hastalık, tüberküloz ile tanışıyor. İkinci oğlunda ikinci defa ve bu sefer kemiklerine yayılmış. Tam 8 ay yüzüstü yatması gerekiyor. Üstüne 2 yıl boyunca da demir korse giymesi. O demir korse üstündeyken aslanlar gibi sınavları verip mezun oluyor.
1958 yılında, ilk oğluna hamileyken hayatının dönüm noktasını yaşıyor. Bu da cüzzamlılar pavyonunu görünce gerçekleşiyor. Gencecik, hamile bir kadın, o görüntüye arkasını döneceğine isyan ediyor, o insanlara böyle davranmaya ne hakkımız var diye sorguluyor. O an hayalini kuruyor Lepra Hastanesinin. Ne parası ne gücü var, ama işte inanç denen o kuvvet hep içinde bulunmakta. Bu ülkede cüzzamlılara ilk "eliyle" dokunan Doktor O. Önce Cüzzamla Savaş Derneğini kuruyor. 1977de ise hayalini gerçekleştiriyor, Lepra Hastanesi! Öncelikle orada çalışacak doktor ve hemşire bile bulamıyor, korkuyor herkes çünkü. Parasızlık, imkânsızlık değil, bahanedir diyor. Kendisi diğer hastane personeliyle bir olup dikiş makinesinin başına oturup nevresimler dikip kermeslerde satıyor, kullanılmayan sigara filtrelerinden yastıklar yapıyor satıyor gelir olsun diye. Umutsuzluk kitabında yok. "Ömür boyu hep sıfırdan başlamaya hazır hissettim kendimi" diyor, Kız çocuklarını okutmak için gayretlerini hepimiz biliyoruz. Ama ya insan yanı? Renklerden kırmızıyı, çiçeklerden papatyayı sevdiğini, kabak çekirdeğine bayıldığını, çocukluğuna dair en özlediği şeyin dalından kopmuş şeftali olduğunu anlatır.
O değerli İnsan 13 Aralık 1935 günü İstanbul'da doğdu. Yıllardır yenilmediği kanserin en son karaciğerine sıçradığını öğrenen Türkan Saylan, "ölüm aklıma bile gelmiyor yapacak çok işim var" diyebilen yiğit bir İnsan.74 yıllık yaşamını insanlığa hizmete adamış, cüzamla savaşta, sadece Türkiye’de değil, tüm Dünya’da örnek girişimlere imza atmış başarılı ve yürekli bir bilim kadını. Engellere, çaresizliğe rağmen var gücüyle çalışıp zoru başaran, bir eğitim gönüllüsü. Sevginin, azmin, cesaretin ve insanlığın sembolü. Kişinin güzelliklerle anılması kolay bir yol değil. Kendini düşünmeden, insanlar için fedakârlık yaparak, güzellikler üreterek, yardımcı olarak ve insan sevgisi ile unutulmazlar arasında yerinizi alabilirsiniz. Yukarıda belirttiğim gibi artık fotoğraflarla tarih yazılıyor. Olaylar, kişiler fotoğraflarla hatırlanabiliyor. Türkan Saylan Hoca’mızı da bu ülkede milyonlarca kişinin kendisine yürekten el salladığı fotoğraf ile. Kendisinin de ışıltılı gözleriyle gülümseyerek sevenlerine el salladığı fotoğrafı ile anıyoruz.
Comments