Belirli bir dönem değil, zamanların tümünü kapsayan bir olgu olmalı sevmek. Sevmek günümüzde en acil bir gereksinimimiz. Çağımız daha önceki yazılarımda belirtiğim gibi bir sevgisizlik çağı. Sevgi gerektiğince yeşermediği için kötülükler güçlenerek bizleri esir almış durumda. Anlamından çok şey yitirmiş sevgi sözcüğü bizleri oldukça düşündürmeye sevk etmektedir. Kişiler birbirine tahammülsüz, birbirlerine fedakârlık duygularını kaybetmişler. Günümüz insanının sevgi üzerine ne bir ideali nede kendisini adadığı bir sevgisi var. Bir boşluk içinde ve kendisini dünya malının kıskacına kaptırmış durumda. Bu günün insanı sevgiye emek harcamadan ulaşmak istiyor. Bu güzel duyguya karşı bile köşe dönmeci tavır içinde. Sevmeden sevilmek, hiçbir emek vermeden o yüce duyguyu sahiplenmek istiyor.
Dostoyevski bir toplantıda yüksek sesle okuduğu bir şiir nedeniyle çar tarafından Sibirya’da hapse mahkûm edilir. Hapis cezasını bitirdikten sonra anılarını kaleme aldığı “Ölüler Evinden Anılar” adlı kitabı yazar. Kitapta, hapishanedeki hayatından önce insanları tanıdığını sandığını ama yanıldığını burada anladığını belirtir. Yazar, kara halk olarak tanımladığı bu kitleyle karşılaştıktan sonra insanları çözümlemeye ve kendi iç dünyasının derinliklerine inmeye başlar. Dostoyevski hapishanedeki bir köpeğin yanından geçen her mahkûm tarafından tekmelendiğini gözlemler. Köpek mahkûmlardan kaçmadığı gibi yanına bir mahkûm yaklaştığında eğilerek tekmelenme pozisyonu almaktadır. Dostoyevski bir gün köpeğin yanına yaklaşıp başını okşar. Köpek şaşkın şaşkın ona bakarak hızla yanından uzaklaşır ve acı acı havlamaya başlar. O günden sonra köpek Dostoyevski’yi her gördüğünde ondan kaçar. Ruhu köleleştirilmiş bu köpek gerçekte bir sevgiye muhtaçtır. Bu durum insanlar için de geçerlidir. Hayatları boyunca haksızlığa ve kötü davranışlara uğramış sevgi açları iyi bir davranışla karşılaştıklarında nasıl davranacaklarını bilemezler. Bazen kötü davrandığınız insanlar size saygı gösterir, bazense iyi davrandıklarınız sizden nefret eder. Böyle insanların gözünde onları aşağılamanız onlar için bir beklentidir. Sizi gözlerinde yüceltirler. Eşit ve iyi davrandığınızda ise onların gözündeki değeriniz birdenbire düşer.
Ben nefreti bir hapishaneye benzetirim. Bu, kişinin kendi isteğiyle içine girdiği ve kapıyı kilitledikten sonra, anahtarını kaybettiği bir hapishanedir.
Nefret, bir yandan, diğer olumlu duyguları köreltmeye başladığı gibi, diğer yandan da, zamanla kontrolü eline geçirir ve ardı arkası kesilmeyen hatalar yapılmasına sebep olur. Her ne kadar itiraz edilse de, aslında, nefret duygusunun altında karşıdakine "değer" verme ve aşırı derecede önemseme yatmaktadır. Örneğin, bir zamanlar çok güvendiği, saydığı, sevdiği ve hayatının en özel yerine oturttuğu insandan alınan duygusal darbe ya da sevilmek, sayılmak istediği ama tam tersi, itibar ve ilgi göremediği insan. Boşa çıkan beklentiler nefret ateşini körükler, kişi sürekli geçmişteki olumsuzluklara odaklanır ve en sonunda ateş önce sahibini yakmaya başlar. Sonrasındaysa, ok yaydan çıkmıştır ve nefret yönetimi ele almıştır. Nefreti içinde taşıyan kişi artık nefretin içindedir ve dayanılmaz bir yükün altına girmiştir. Çünkü artık hedefi, eninde sonunda karşı tarafta bir yıkıma yol açmak, üzmek, acı çektirmek ve böylelikle kıvranan ruhuna nefes aldırmaktır. Başka bir anlatımla, nefretle yaşayan insan, kırbaç altında taş taşıyan köle gibidir. Nereye ve kime giderse gitsin, nefretini de beraber taşır. Hem kırbaç yer hem acı duyar ama taşımaya devam eder. Acı vermek istedikçe, acır. Zarar vermek istedikçe, zarar görür. Bu ruhsal kölelikten kurtulmanın ve insanı körelten duygudan arınmanın tek yolu, ne yaşanmış olursa olsun, nefretin boyunduruğu altına girmeden, geçmişle helalleşmek, alacağı-vereceği kapatmak ve bir hayat dersi daha çıkarıp, kalan yola devam etmektir. Ayrıca, "Zaman en iyi ilaçtır ve herkes er ya da geç hak ettiğini yaşar." düşüncesine yoğunlaşmak ve nefrete harcanılan enerjiyi, daha faydalı eylemlere kanalize etmek yapılacak en doğru hareket olacaktır. Bunu yapmak, yapılan kötülüğü unutmak, hoş görmek ya da affetmek anlamına gelmez. Buradaki amaç, ruhu ve aklı prangalardan kurtarmak, özgürleşmesini sağlamaktır.
Birinden geçmişin öcünü almaya odaklanmış kişi, farkında olmadan hayata geç kalır. Bu odaklanma, bireyin enerjisini, motivasyonunu bitirir, sevdiklerine vereceği zamandan çalar ve en önemlisi bedensel/ruhsal sağlık sorunlarına sebep olur. İlle de birilerine, yaşattıklarından dolayı bir ceza mı verilmesi gerekiyor? Bu ceza olmadan huzuru bulamayacağınıza mı inanıyorsunuz? Öyleyse, siz de Fransız yazar Pierre Corneille'nın da söylediğini tekrarlayın.
"git, senden nefret etmiyorum"
Sizi üzmüş ve hayal kırıklığına uğratmış insanları önemsemeyip, yok saymak ve herkesin, iyi ya da kötü, günü geldiğinde, ettiğini bulacağına inanmak, onlara vereceğiniz en büyük cezadır. Ayrıca, yaptıklarıyla, sizin gibi özel ve güzel birini kaybetmişlerdir. Bu da onlar için başka bir ceza değil midir? Şimdi, gülümseyin ve yüzünüzü sevdiklerinize, sizi sevenlere dönün. Yaralarınızın ilacı sevgidedir.
İnsanın hayallerini kurduğu sevgiye gerçekte beklediği gibi kavuşamaması ne kadar yıkıcıdır. Hele insanın çevresine, komşusuna, arkadaşlarına bile sevgi tomurcuklarını esirgediği günümüzde en çok ihtiyacımız olan bu sevgi damlalarıdır. Sevgi tüm kötülük duvarlarını yıkan bir güçtür. Karanlığı nasıl karanlık yok edemez ancak ışık yok edebilirse, nefret tohumlarını da nefret değil ancak sevgi tohumları yok edebilir.
Comments