top of page

NEŞET ERTAŞ

Yazarın fotoğrafı: Ahmet GüdücüoğluAhmet Güdücüoğlu

 Eylül ayında savrulan yapraklar gibi bizleri bırakıp giden güzel insanlardan birisi, büyük Ozan Neşet Ertaş’ı 25 Eylül 2012 yılında kaybetmiştik. Türk halk müziğinin gelmiş geçmiş en önemli yıldızlarındandır. Türkü yolculuklarında, insanların çoğu onun istasyonuna mutlaka uğramıştır. En güzel sevda türküleri ona aittir. Acılar, onun sesinden yayılır türkü akşamlarında. Yarım kalmış sevda türkülerini, en güzel onun derlediği söylenir. Acının, çile çekmenin, garipliğin, tevazuun da adıdır Neşet Ertaş. Bozlağın son sesiydi.2000’lerin başında, Türkü Baba yıllar sonra İstanbul’a geldi.30 yıla yakındır mesken tuttuğu Almanya’dan çok sevdiği yurduna gelmişti. Onu çok özleyenlerine kavuşmuş ve konserlerine başlamıştı. İzleyenleri duygu denize götürmüş, coşturmuştu, ağlatmıştı. “Evvelim sen oldun, ahirim sensin” derken de, “Mühür Gözlüm” diye seslenirken de, “Kendim ettim kendim buldum” diye hayıflanırken de,“Neredesin sen?” diye sorarken de. O ağıt yakarken, dinleyen bizlerin sıkça kalbi üşümüş, içimize bir damla gözyaşı karışmıştı. Sadece türküleriyle değil, türkü aralarında ve dost meclislerinde anlattıklarıyla da efsanedir Türkü Baba.

 Neşet Ertaş türkülerine tutkun biri olarak kısaca Ozanın yaşamından bahsetmek isterim. Sahnede parmakları tutmaz olduğunda “Tatlı Dillim Güler Yüzlüm”ü de,“Telli Turnam”ı da bestelemişti. Koca İstanbul’da tek göz odalı kiralık kondusunda, bir başına ve beş parasız kalıp sahnelere çıkamaz olduğunda ise ardında ,“Kendim Ettim Kendim Buldum”, “Zülüf Dökülmüş Yüze”, “Zahidem”, “Gönül Dağı”, gibi yüzlerce türkü bırakmıştı.70’lerin ortalarıydı. Ne yapabilirdi başka, nasıl davranabilirdi? Gereğini yaptı ve hısım akrabalardan birinin yardımıyla çekip gitti bu diyardan. Avrupa kapılarında önce parmaklarındaki hasarı tamir ettirecek, ardından gurbetçi düğünleri ve sünnet törenlerinde türkü yakıp, karınca kararınca geçimini sağlayacaktı. Birkaç yıl sürdü tedavisi, borca harca girdi bu arada. Beş yaşından otuz beşine kadar, bağlamanın teline vurmasına, yüreğinin derinliklerinden gelen sesine ve onca besteye rağmen kıyıda köşede bir birikmişi de yoktu ki. Her ne kadar “kendim ettim kendim buldum ”diyorsa da o zamanda olmayan telif hakları kanunundan dolayı hak ettiğini de alamıyordu. Onun bestelerini benim bestem diye kaydedip plak yapan müzikal hırsızları, hak ettiklerine ulaşmasını engelliyordu.

Zaten, kısa bir zaman önce türkülerinden birinde bakın nasıl isyan etmişti:

“Ey garip gönlüm, dertli yoldaşım/Neden belli değil, baharın, kışın

Var mıdır sormazlar ekmeğin, aşın/Zengin isen ya bey derler ya paşa

Sen de bir insansın, insanlar gibi/Haksız kazancınan sürmedin de mi

İnsanlığın kuralları böyle mi?”

 Onun türküleri ne sevgilere, ne çaresizliklere ilaç oldu. İnsanlar hüzünlerini onun sözlerinde, onun sazında buldular. Kerim Eren arkadaşımın dedesiyle ilgili bu konu üzerine yaşadığı anısı oldukça etkileyici: “Dedemin en sevdiği türküydü Zahide’m, tabii ki benim de...

Dedem bu türküyü neden bu kadar sever diye hep düşünürdüm, 5-6 yaşındayken anlam veremezdim ama biraz büyüyünce taşlar yerine oturdu. Dedemin evinin iki sokak arkasında oturan bir Zahide Teyze vardı, Dedem her akşam oldukça uzak olmasına rağmen o yöndeki camiye giderdi namaza, dönüşte Zahide Teyze çayı demlemiş, pencerenin önüne, sokağa taburesini koymuş olurdu. Düzayaktı evi, minik penceresinde çaydanlığı ve bardakları hazır, penceresinin içinde bu halde beklerdi her akşam namazı sonrası Dedemi. Bazen denk gelirdim, yanımda hiç konuşmazlar, sessiz derin bakışmalarla çaylarını yudumlarlar, çaylar bitince, gözlerinde derin gülümsemelerle ayrılırlardı. Ta ki bir sonraki akşam namazı çıkışına kadar... Dedemin kocaman lacivert gözleri vardı, içindeki hüznü çok sonra anlayabildim, Zahide’m türküsünü niye bu kadar sevdiğini anladığımda... Bir gün, Zahide Teyzenin çok hasta olduğunu duydum, sonra ölmüş dediler. Sonraki günlerde, Dedemin kocaman lacivert gözlerinin ışığı yavaş yavaş sönmeye başladı. Zahide Teyzenin evinin yönündeki camiye de gitmez olmuştu artık. Tüm çocukluğumuzda, bakkalın önünde meyan kökü içip, bici bici yerken yaptığımız espriler de yapılmaz olmuştu, sanki Zahide Teyzeyle beraber yaşam sevincini de yitirmişti. Çok ta uzun sürmedi gençlik aşkının peşinden gitmesi...

Selam olsun Dedem sana ve Zahide Teyzeye...”

 Peki, nasıl olmuştu da bir gecede parmakları kilitlenmişti Neşet Ertaş’ın?

Babası Muharrem Ertaş’la köy köy, düğün düğün dolaştığı çocuk yaşlarına kadar uzanıyor bunun nedeni. Yirmi yıl kadar sünnet törenlerinde, düğünlerde çalıp söylemişler baba oğul. Düğün yerinde kurulan sofralarda biraz mecburiyetten, biraz da içmezsek ayıp olur duygusuyla katılım göstermişler. Yıllar boyu zorunlu olarak kaldırılan kadehler, çeyrek asır sonra bedel ödetmiş Ertaş’a. Parmaklar hassasiyetini yitirmiş. Neyse ki, Almanya’daki tedavi başarıyla sonuçlanmıştı da, yine konser ve düğünlere çıkabilmişti. Usta ilk gençlik yıllarında ve olgunluk zamanlarında göremediği yoğun saygı ve ilgiyi yaşamının son demlerinde fazlasıyla kavuşmuştu. Konser üstüne konser veriyordu, hınca hınç dolan salonlarda. Belgesel üstüne belgeseli yapılıyordu, “Yaşayan İnsan Hazinesi” seçildi Unesco tarafından. Tam da çok rahata kavuştuğu sıralarda, 25 Eylül 2012’de, hem de genç sayılacak bir yaşta yaşamını kaybetti. Geride hüzünlü bir yaşam serüveni var evet ama muhteşem eserler, işte o kayıtlarda duruyor. “Mühür Gözlüm”, “Tatlı Dillim”ler ve daha niceleri. Bir konserinde izleyicilerine “Ceketimi çıkarabilir miyim? Saygısızlık olmasın.” Diyerek izin alması aklımızda taptazedir Ertaş’ın. Böyle nahifliği içinde bulunduran Türkü Baba’mızı her zaman duyduğumuz hasretle anıyoruz.  

14 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page