Soğuk bir ekim günüydü. Rüzgar ıslık çalıyor, insanın iliklerini kadar işliyordu.
Adam tartıştığı karısını kolundan tuttu. Öfkeyle; “defol” dedi “bir daha bu eve ayak basma, ayaklarını kırarım”
Kadın, korkudan bir köşeye sığınmış küçük oğluna baktı, bir de beşikte uyuyan üç aylık oğluna.
Adam hırsla, sinmiş çocuğu kolundan çekti “bu bende kalacak. Ancak beşiktekine de ben bakamam”
Kadın ağlamadı, yalvarmadı. Zaten istenmeyen bir gelin olarak az çekmemiş, az sabretmemişti. Beşikteki bebeğini kaptığı gibi fırladı dışarı. Kocası arkasından küfürler yağdırıyordu.
Kadın, bebeğinin yüzünü iyice sarıp sarmaladı. Rüzgara inat başladı yürümeye. Bir yandan da “bu köyde kalırsam bana rahat yüzü yok” diyordu. Köyün bir ucunda oturan dayısının evine doğru yürümeye başladı. Yengesi ile bir türlü yıldızları barışmazdı.
Ama dayısı, köyde kalan tek akrabasıydı. Ne ana ne de baba yüzü görmüş, dayısı evlendirmişti bu geçimsiz ve huysuz adamla.
Dayısının evine geldiğinde kapıyı hızlı hızlı vurdu. Kapıyı açan dayısı, hemen içeri geldiğinde kapıyı aldı anne ile bebeğini. Kadın bir çırpıda anlattı olup biteni.
“Beni bugün bu köyden çıkaracaksın. Ölürsem de yavrumla beraber öleyim”
Dayısı ikazlarını dinlemedi. Atlarını arabaya koştu hemen. Evden kalın bir yorgan aldı, yeğeniyle bebeğini iyice yorgana sardı. Ve sürdü arabayı…
Birkaç saat sonra, nahiye merkezine geldiler. Dayı yeğeninin eline bir mektup verdi, biraz da para.
Onları ilçe giden burunlu bir otobüse bindirdi. Şoföre de bir şeyler fısıldadı. Dayı ile yeğeninin son vedasıydı bu.
Akşama doğru otobüse ilçe geldi. İki katlı bir evin önünde durdu şoför; “bacı sen burada ineceksin. Karşıda ki evin kapısını çal”
Kadın, kucağında ki bebeğiyle otobüsten indi. Ömründe ilk defa otobüse binmiş ve ilk defa köyünden dışarıya çıkmıştı. Kapıyı vurdu orta yaşlı bir adam açtı kapıyı. Kadın şalvarının cebinde duran adama uzattı zarfı.
Adam zarfı açtı, şöyle bir göz attıktan sonra; “gir içeri kızım, dayın benim asker arkadaşım olur”
Adamın karısı meseleyi anladıktan sonra hemen çocuğu ocağa yakın bir yere yerleştirdi. Genç anneye de yiyecek bir şeyler getirdi.
Aradan birkaç geçti kadının dayısının asker arkadaşı yemekten sonra; “bak kızım, benim uzaktan akrabam olan bir genç var. Kendisi çok fakir, ama namuslu biridir. Karıncayı bile inciltmez. Çok fakir olduğu için kimse ona kız vermedi. Ona varır mısın? Ben her şeyi anlattım. Çocuğuna da babalık etmeye razı”
Kadın az duyulur bir sesle; “sen bilirsin. Ben geldim sizlere sığındım belki böylesi daha münasip olur” dedi.
Çok geçmeden fakir gençle evlendiler. Kadının birinci ayı bile dolmadan öylesine ağır hastalandı ki insanlar “insanlar yazık ince hastalığa yakalanmış” diyorlardı. Ve bir sabah kadın hiç uyanamadı.
Fakir genç altı aylık bir bebekle yapayalnız kalmıştı.
“Yarabbi, bu masum yavru ölmesin bunun ne suçu günahı var. Bana ömür ver bu çocuğu büyüteyim”
Adını muammer koyduğu çocuğu bakabilmek için uzak köylerden bir çocukla evlendi. Tam 14 yıl hiç çocukları olmadı. Ancak aldığı kadın Muammer’e kendi evladı gibi bakıyordu. Muammer, öz annesi ve babası olarak bildiği bu insanların yanında ortaokul son sınıfa gelmişti.
Okuldan bir gün o güne kadar hiç görmediği sevinç vardı. Muammer’in ortaokuldan mezun olduktan sonra bir kız kardeşi oldu. Babası ve annesi, bebeklerini kucaklarına aldıklarında “Yarabbi şu masuma baktığımızda karşılandığı bize bu evladı verdin, şükürler olsun”
Muammer, liseye başladığında gerçeği annesinin geçmişte sığındığı evin, sahiplerinden aniden kaçan bir sözle duydu.
Babam dediği adam ve annem dediği kadın “sen bizim evladımızsın, Allah’ın bize bahşettiği bir armağansın. Bizi bırakma”
Babamın köyünden gelen dayısının çocukları annesinin ve kendinin öz babası tarafından nasıl o köyden kovulduğunu Muammer’e anlattılar. Muammer, o gün bir karar verdi. Babası olacak adamı görmeyecekti.
Anne ve baba olarak bildiği insanlar, Muammer’in kararını gözyaşlarıyla ve sevinçle karşıladılar.
Öz babası, birkaç kez haber gönderdiyse de Muammer, sert bir şekilde reddetti.
Lisesi bitirdikten sonra, Eğitim Enstitü Matematik Bölümü’ne giren Muammer’i görmek için öz babası defalarca okula geldi, ancak Muammer onu görmek istemedi. Karşılaşmadılar bile.
Muammer, okulu bitirdikten sonra nişanlı olduğu komşu kızıyla evlendi. Aradan yıllar geçti lise müdürlüğü yaptığı ilçeye bir misafir geldi. Gelen uzman çavuşluktan yeni emekli olmuş, ağabeyiydi. Kırk iki yıldır görüşmeyen iki kardeşin buluşması göz yaşartıcı sahnelerle doluydu.
Öz babası ısrarla oğlunu görmek istiyordu. Muammer, bütün hayatını bir film şeridi gibi tekrar hatırladı ve “olmaz” dedi.
Her yaz tatilinde “gerçek annem babam” dediği insanların yanına gidiyor, artık iyice yaşlanmış bu iki insanda onu gözyaşları ile bağırlarına basıyorlardı. Kız kardeşi de evlenmiş ve öğretmen olmuştu.
Her seferinde “ağabeyin gelmiş” dediklerinde koşarak ağabeyinin boynuna sarılıyordu.
Aradan birkaç yıl daha geçti. Ağabeyi aradı öz babası ölmüş, Muammer’i cenazesini kaldırmak için çağırıyordu. Muammer, gelemeyeceğini, gelmek için içinde hiçbir isteğin olmadığını ağabeyini söyledi.
Muammer ne annesini ne de babasını hiçbir zaman göremedi. 1988 yılında kalp krizi sonucunda dünyadan ayrıldığında anne ve baba dediği insanlar öz evlatları gibi sevdikleri Muammer’in acısını yüreklerinde hissediyorlardı.
Muammer, o ilçede o kadar çok seviliyordu ki, ilçe halkı onu kendi elleriyle dualar ve gözyaşları arasında ilçelerinde toprağa verdiler.
Hem öksüz, hem yetimdi.. . Ama onu koruyan ve kollayan, ona sıcacık, şefkat dolu kalplerle donattığı sığınaklar nasip etmişti. Muammer bu iyiliği hiç unutmadı. Görev yaptığı her yerde onu sevmeyen tek bir öğrencisi yoktu.
O bütün öğrencilerin babası olmuştu.
ความคิดเห็น