top of page

Ebussuud Efendi ve Sultan Süleyman’ın Kutusu

Yazarın fotoğrafı: Necati KAYHANNecati KAYHAN

Mekanı cennet ola, Kanuni Sultan Süleyman (1494-1566) hayatının son günlerini yaşıyordu. Küçük bir sefer tası vardı. O kutunun içine kimsenin ne olduğunu bilmediği bazı şeyler koyardı. “Ben öldüğümde bu kutu benimle birlikte kabrime koyulacak!” diye vasiyet etti. Hak vaki oldu ve Sultan Süleyman vefat etti. Has bendeleri kutuyu alıp, kabrinin başına geldiler. Vasiyeti yerine getirmek istiyorlardı. Fakat, zamanın meşhur Şeyhulislamı ( yani din konularında kendisine danışılan alim ve devlet görevlisi ) Ebussuud Efendi (1491-1574) “ İslam da eşya ile gömülmek yoktur. Bu vasiyet Sultan Süleyman a ait bile olsa yerine getirilemez!” dedi

Bu sırada nasıl oldu ise kutu düştü ve içindeki pek çok kağıt, yere serildi. Herkes hayretler içinde kalmıştı. Çünkü bu kağıtlarda Sultan Süleyman’ın o uzun saltanatı sırasında yaptığı işlere dair, din alimlerinden aldığı fetvalar vardı. Fetvalar’ın çoğu da Ebussuud Efendiye aitti. Padişahın böyle bir vasiyetten gayesi anlaşılmıştı. O, rabbinin huzuruna giderken bu fetvaları da yanında götürmek istiyordu. Çünkü “Ya rabbi!  Ben ne yaptıysam alimlerin izni ve fetvası ile yaptım!” demek arzusundaydı. Ebussuud Efendi ağlamaya başladı. Kabrin orasına burasına saçılan ve üzerlerinde kendi mührü bulunan fetvalara bakıp şöyle dedi:

“Süleyman… Süleyman… Sen kendini kurtardın. Bir hata ettik ise bizi o gün kim kurtaracak?

Not: Bilindiği gibi Kanuni Sultan Süleyman’a  “Kanuni” sıfatının verilmesinin hikmeti, zamanında idare ve asayişe dair pek çok konunun çıkartılılıp, yürürlüğe konması olmuştur. Bu kanunların birçoğunun hazırlanmasında Ebussuud Efendinin önemli rolü olmuştur. Ebussuud Efendi, Şeyhüslam İbn-i Kemal’den ders gördükten sonra müderris oldu.

 

 

En Üstü Rütbe

Silistire’de kan kızılı bir akşam vaktiydi. Musa Hulusi Paşa ve askerleri, o günde eşi benzeri görülmemiş bir mücadele etmişler, can vermişler ama Rus ordusuna yol vermemişlerdi. Askerlerden biri Ezan Muhammed (S.A.V) okumaya başladı. Hulusi Paşa her zamanki gibi en önde saflarda dolaşıyordu ve askerlerinin sırtlarını sıvazlıyordu, cesaret veriyordu. Namaz hazırlığı için kalktığında, yanından geçip götürülen sedyelerdeki yaralı askerler için duruyor ve onlara: “Geçmiş olsun evladım. Allah şifalar ihsan etsin. Duaları ediyordu. Derken gözü, az ötesinden geçip giden sedyedeki askere takıldı. Onu tanıyordu Nüktedan bir çocuktu. Arada bir de yanık yanık türküler söylerdi. Bir kolu kopmak üzereydi. Öyle yara almıştı. Sağlam kolu ile, yaralı kolunu tutuyordu. Yüzünde ise tatlı bir tebessüm vardı. Kumandanını görünce “Paşam” dedi! Yine şehit olamadık. Bu gidişle er oğlu er olarak kalacağız.

Paşa da tebessüm etti. Çocuğu götürdüler

Akşam namazından sonra Hulusi Paşaya bir haberci geldi. Haberci İstanbul’dan geliyordu. Getirdiği haber ise Silistrede gösterdiği kahramanlıklardan ötürü, Hulusi Paşaya “Müşir” (Maraşal) rütbesi verildiği bildiriliyordu. Paşa, Müşir olduğunu işitince, hiç ses etmedi. Yüzünde en küçük bir sevinç ifadesi görülmedi. Yakındaki subaylar:

“Tebrik ederiz Paşam!” dedilerse de Hulusi Paşa nın işittiği yoktu. Başını kaldırdı, onlara hem bakıyor, hem de bakmıyor gibiydi. Yahut bakıyordu da bambaşka bir şeyler görüyordu.

“Rütbeli şehadeti tercih ederim…” dedi. Başkaca söz söylemedi. Üç gün sonra Paşa, en ön saflarda düşman ile göğüs göğüse çarpışıyordu. Bir ara ikindi namazını eda etmek üzere geri çekildi. Abdest hazırlığı içindeyken, yakınına bir gülle düştü. Koşup baktılar, ak sakallı al kanlara boyanan Paşa’nın ağzından şu sözleri işittiler:

“ Ya Rabbi! Ehl-i islam ‘a zafer nasip eyle…” Ardından da şehadet kelimeleri

“Eşhedüenlailahilallah...”

Hulusi Paşa, arzu ettiği o büyük rütbeye kavuşmuştu.(Haziran 1854)

Not: Silistre Bulgaristan’ın kuzey doğu ucundaki  Romanya sınırında, kıyısında Tuna Irmağı’nın aktığı bir şehir.

MÜŞİR: Eskiden Osmanl8ı sadrazamlarının unvanlarından biri iken, tanzimattan sonra (1839), askeri bir rütbe olan MAREŞAL’ ın yerine kullanılmaya başlamıştır.

 

EŞEK BİLE

Somuncu BABA (1349-1412) namıyla şöhret bulmuş Allah dostu, halkı aydınlatma vazifesinde,

Peygamber Aleyhisselam’ ın ve onun asırları yıldız yıldız aydınlatan sahabenin izini süren bir kimseydi. Her halinde, her hareketinde, onların yolundan başka bir yol tutmamaya özen göste-

rirdi.

Zaman, Yıldırım Beyazıt zamanı idi (1360-1403). Devletin din işlerinden sorumlusu ise MOLLA

FENARİ.

Rivayet ederler ki, bir gün. Somuncu Babayı ziyarete giden MOLLA FENARİ ona bir kese altın

Hediye etmek istedi.

Abcak Somuncu Baba:’’Bizim hizmetimizin karşılığı Allah’tandır. Ben ücretimi sadece ahirette isterim. Dünyalıların vereceği dünyalıkları istemem, diyerek bu teklifi geri çevirdi.

Molla Fenari ise ısrar etti. Ancak Somuncu Babayı ikna edemedi. Ama, bütün bütün de kırılmasın diye eşeğine biraz arpaları alması için, keseden tek bir altın lira çıkarıp aldı. Somuncu Baba’nın

Öğrencileri o tek sarı lirayla, eşeğe arpa ve saman alıp, hayvanın önüne koydular. Biraz sohbetten

Sonra, Molla Fenari (1350-1431) ve Somuncu Baba, eşeğin bulunduğu ahıra kadar gittiler. Hayretle gördüler ki, o eşek, önüne konulan arpa ve samana hiç dokunmamıştı. Dokunmadığı gibi üzerlerine pislememişti.

9 görüntüleme0 yorum

Opmerkingen


bottom of page