Meşhur Fransız edebiyatçı Lamartine'in (1790 - 1839), İstanbul seyahati günlerinden birinde Kadıköy'den Galata'ya geçmesi gerekti. Ancak, rüzgar şiddetli estiği için deniz kabarmıştı. Kayıkçıların hiçbiri bu havada karşıya geçmeyi göze alamıyordu, Arandı tarandı, yaşlı bir kayıkçı bulundu. Tecrübeli kayıkçı, karşıya geçmeye razı oldu.
Ancak kıyıdan ayrılırlarken sürpriz bir yolcu daha atlayıverdi. Bu, elinde börek tepsisi tutan bir kızdı.
Rehber, Lamartine, kayıkçı ve kız yolculuğa başladılar. Ancak onlar karşıya geçerlerken deniz daha fazla kabardı. Kayık daha fazla sallandı. Bu sırada kızın sıkıca tuttuğu börek tepsisi birden havaya uçtu.
Sonunda kayık Galata'ya vardı ve Lamartine karaya indi. Ardından kadınla kayıkçının tartışmaya başladığını gördü. Gülerek rehberine sordu: "Bunlar niye tartışıyor? Yoksa kadın kayıkçıdan parasını mı istiyor?"
Rehber ona döndü ve cevapladı:
"Vaziyet sandığınız gibi değildir. Bu kayıkçı, Rum hanımının denize düşen böreklerinin parasını vermek istemektedir. Üstelik, yolculuk parasını da, eziyet verdiği için almak istememektedir. Rum hanım ise, suçun kayıkçıda olmadığını söyleyerek, böreklerin parasını almayı istememektedir. Üstelik, kayığa kendi rızası ile bindiği için yol parasını vermek istemektedir."
KUNDURADAKİ ALTINLAR
Rumeli’nde, Dalmaçya’da, Ermeni bir beyin yanında yamaklık eden 10-12 yaşlarında Joseph Maskoviç isminde bir çocuk, zemherinin en fırtınalı günlerinde, buzların üzerinde yalınayak, düşe kalka eve su taşımakta iken komşularından fakir ve dul bir kadıncağız bu hale üzülüp kocasından yadigar bir çift partal kundurayı çocuğun ayaklarına giydirmişti.
Aradan çok uzun yıllar geçti.
Bu arada Osmanlılar o yerleri fethetmiş; kadın da İslamiyet’le hidayet bulmuştu.
Günlerden bir gün, iyiden iyiye yaşlanmış olan kadıncağızın kapısı çalınıp önüne bir torba bırakıldı. Torbayı açan ihtiyar eller, vaktiyle kocasının olan o bir çift partal kunduraya dokununca birden bire takattan kesildi, kıpırdamaz oldu.
Kadıncık, neden sonra baktı ki ayakkabıların her ikisinde içleri altın dolu. Yoksul hasırının üzerine dökülen altınları toplayayım derken keskin keskin gözleri küçük bir kağıt parçasına ilişti. Bu çeyrek saat kadar sonra kasaba imamının önünde, tek bir cümlelik pusulayı okutuyordu: “Anacığım! Buzdan donmuş çıplak ayaklarına bu kunduları giydirdiğin çocuk, sana borcunu ödemeye çalışıyor…”
Bu yazının, Koca Osmanlı Devletinin Kaptan-ı Deryası, Hanya Fatihi Silahtar Yusuf Paşa’nın divitinden döküldüğünü o gün hiç kimsecikler anlayamayacaktı. Ta ki Osmanlı arşivlerinde söz konusu altınların muhasebesini tutan belge ortaya çıkıncaya kadar.
FERİK BABA İLE MÜŞİR OĞUL
Devir, 2. Abdülhamid (1842-1918) devriydi. Ferik (Tümgeneral) Hasan Paşa’nın oğlu Deli Fuat Paşa’da kendisi gibi askerlik mesleğinin ileri gelenlerindendi. Öyle ki babası Ferik iken, kendisi Mürşit (Mareşal) olmuştur.
Bu baba ile oğlunun, bir merasim dolayısıyla, aynı arabaya binmeleri icap etti. Arabanın yanına kadar birlikte yürüdüler. Sıra arabaya binmeye gelince, Ferik Hasan Paşa rütbe olarak kendisinden yüksek olan oğluna; “Buyurunuz!” dedi. Çünkü usulen Müşir’in önce binmesi gerekirdi.
Fakat Deli Fuat Paşa, babasından önce arabaya binmeye razı gelmedi; “Lütfen siz buyurun” dedi.
Hasan Paşa gibi askerlik kurallarına sadık bir adam bu teklifi kabul edemez elbette, oğluna;
“Lütfen buyurun.” dedi tekrar. “Siz Müşir olduğunuza göre, önce sizin binmeniz lazım gelir.”
Bu cevap üzerine Fuat Paşa babasına;
“Öyleyse emrediyorum! Lütfen binin arabaya.” dedi.
Böylece, hem askerliğin icabı yerine getirilmiş oldu hem de baba ile oğul arasındaki terbiye ve nezaket kuralları çiğnenmedi. Bu olay, kendisine anlatıldığında Sultan 2. Abdülhamid Feriş Hasan Paşa’yı da Müşirlik makamına yükseltti.
Comments