“Bir şeyler değiştirmek isteyen insan, önce kendinden başlamalıdır.”
Sokrates. Değişim; çoğu zaman doğru tanımlanamayan,
temeline inilemeyen bir rüzgâr gibi esiyor. Arzulanıyor, bekleniyor, tercihler ortaklaşıyor ve değişim, kendinden önceki tüm zamanları tozu dumana katarak geliyor. Tabii bu kadar kolay olacağına inandığımızda kısa zamanda kesin ve net çözümler beklenmesi de kaçınılmaz oluyor. Sonuç mu? Çözümler gecikirse “gelen, gideni aratır” düşüncesiyle tekrar başladığımız yere dönme durumu ortaya çıkmakta. Oysa Sokrates “Önce kendinden başla.” diyerek çözümün anahtarını veriyor bize. Kitlesel bir değişim için önce birey olarak değişmeye başlamak gereklidir diyor. Değişimi bir ihtiyaç olarak değil, gereklilik olarak özümseyin demek istiyor. Pişmanlık getiren her değişim, şekilcilikten öteye gidemez de diyor. Fikren seni ikna etmeyen değişim, başarıyla sonuçlanamaz da diyor. Sokrates bir sözle çok şey söylüyor. Masanın bir ayağı kısa ise altına kâğıt sıkıştırıyoruz. Sorunu çözdüğümüze inanıyoruz. Her defasında kâğıt inceliyor, biz yenisini sıkıştırmaya devam ediyoruz. Bir süre sonra kısa ayak normalleşiyor, kâğıt sıkıştırmak görev oluyor ve artık sorunsuz bir masaya sahip olduğumuzu düşünmeye başlıyoruz. Hayatımızda buna benzer o kadar çok sorunu farkına varmadan normalleştiriyoruz ki. Bir bakmışız ki idare etmek diye bir hastalığın pençesinde oluveriyoruz. Oysa değişim, diğerlerinden kısa olan ayağı fark ettiğinde aklına ilk kâğıdı getirmediğinde başlıyor. Değişim, masanın kısa olan ayağından rahatsız olduğunda başlıyor. Değişim, hiç gerek olmadığı halde idare etmekten kaçındığımızda başlıyor. Bir reklam panosunda okudum: “Her şey bir günde değişebilir ve belki o gün bugündür.” yazıyordu. Ne kadar motive edici olsa da sözü okuduktan sonra değişimin seçimlerimizle yüzleşmekle başlayacağını düşünmeye başladım. Bizi tekdüzeliğe mahkûm eden fikirsiz ve bilgisiz seçimlerimizle yüzleşmekle başlayabilir. Bireysel olarak değişim ve dönüşümün başlaması ise her şeyden önce bilgi ile mümkün olabilir. Bir halkı bilgiyle donandıktan
sonra yaptığı seçimlerle tanıyabiliriz. Dolayısıyla bilgi bir kimlik meselesidir. Bilgi karşısındaki tutumumuz; değişimin ne kadar mümkün olabileceğini, nasıl dönüşebileceğimizi anlatır. Masayı idare etmemek için ayağını nasıl değiştirebileceğimizi bilmeliyiz. Değişime en çok ihtiyaç duyduğumuz günlerdeyiz. Bilgiyle ve gerçekle yüzleşmekten de en çok kaçındığımız zamanlardayız. Sanırım kandırılmak, yanılmak, zamanı kaçırmak gibi birçok alt düşüncenin; bilgi ve gerçeklerle yüzleştiğimizde zihnimizi sarıp sarmalayacağından korkuyoruz. Belki içimiz acıyacak, kalbimiz kırılacak, sevgimiz yalan çıkacak ama mecburuz yüzleşmeye. Bir kere gerçekten yüzleştiğimizde değişimin her zaman parçası olacağız. Ve belki de bir daha bu denli sert bir yüzleşmeyi yapmak zorunda kalmayacağız. İki saniyelik bir sızıdan çekindiği için saatlerce ağrılara mahkûm olan, iğneden korkan insanlar gibiyiz. Geçecek biliyoruz ama ağrıyla direniyoruz. Ağrılar çekilmez halde artık. Ya böyle devam edeceğiz. Zamanı saymaya ya da iğneye uzanacağız. Ve ardından keşke dediğimizde değişmeye, dönüşmeye, kendi doğrularımızı bulmaya başlayacağız. Ve panoda yazdığı kadar kolay olmayacak içinde hapsolduğumuz gerçeklik. Pişmanlıklar denizinin çalkalanan sularında alabora olacağız. Eski rahat ve
idare eden halimizin, dertsiz sandığımız başımızın yanıltıcı çekiciliğine kapılacağız. Hem kendimizle kavgamız devam ederken hem çevremizle mücadele etmek de yorucu olacak. Meğer öyle değilmiş. Ne kadar çok yanılmışım. Ben bunlara nasıl inandım? Acaba gerçekten bu kadar zayıf mıydım? Ya daha önce değişmeye başlasaydım nasıl bir hayatım olurdu? Bu soruları da soracağız elbette. Her cevap; iğneyle geçmeyecek ağrılara, yalnızca değiştiğimizde rahatlayabileceğimiz acılara da sebep olacak. Ama bu durum mutlaka olması gerekmektedir. Ruhumuzun zincirlerini kırmak için gerekli, güneşe yüzümüzü dönmek için gerekli. Artık kimse size kim olduğunuzu hatırlatmasın diye gerekli, artık sizin için en iyisini kendinizin düşünebilmesi için gerekli. Öfkesiz ve korkusuz nasıl biri olduğunuzu görmek için gerekli, hiç size ait olmayan bir savaşın artık neferi olmamak için gereklidir.
S.Kierkegaard der ki: “Hayat çözülmesi gereken bir sorun değildir, yaşanması gereken bir gerçekliktir.”
Yorumlar